dolby

Sesler kucaklasin bizi

Geçen 2013 yeni yıl konseriyle TRT Ankara ses servisi sessiz sedasız ama “gümbür gümbür” bir ilke imza atarak ülkemizde ilk çok kanallı dijital ses prodüksiyon ve yayınını gerçekleştirdi. Bu seneki Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası yeni yıl ve “Aspendos Opera ve Bale Festivali” açılış konserleri, televizyon teknolojisindeki yenilikleri yakından takip ederek uygulamaya geçiren TRT HD kanalından yayınlandı. Ben de evimdeki surround sistemimle bu güzel konseri zevkle dinleyerek izledim. Berlin Flarmoni ve Viyana Senfoni’nin yılbaşı konserlerini de her yıl olduğu gibi takip ediyorum. Özellikle imkânlar açısından karşılaştırıldığında, ne yalan olsun meslektaşlarımın ortaya çıkardığı işin dünya ölçeğinde olduğunu söyleyebilirim. TRT ses servisimizin birbirinden kıymetli ve yetenekli çalışanlarını, meslektaşlarımı bu vesileyle kutluyorum. Çok kanallı ses beni yıllarca meşgul etmiş, zaman zaman çıldırtmış bir konu olarak hayatımdaki varlığını hep sürdürüyor. Sözü geçmişken konuyu biraz açarak sizlerle paylaşmaya karar verdim.

İlk kez doksanların başında Londra’daki Pioneer demo mağazasında görmüş, dinlemiş ve şok olmuştum. “Terminatör” ateş ettikçe mermiler sağımdan solumdan geçiyor, arkamdan sekerek vınlıyor, sağım solum önüm arkam cııvv, cuvvv, baaam, güüüüm, “aman Allahım ne oluyor” demiştim. O ana kadar hayatımın her döneminde ses teknolojisi ve hi-fi ile ilgilenmiş, hayatımı ses kaydederek kazanmıştım ama yine de bu olay dünyamı bir anda değiştirdi. Tamam sinemalarda benzer deneyimler yaşıyorduk ama bu farklı, evimizde, salonumuzdaydı. O günlerden itibaren “home theatre” ev sineması kavramı yavaş yavaş dünyayı sarmaya başladı, yeni evleneceklerin buzdolabı ve çamaşır makinesinden sonra çeyizlerinin olmazsa olmazı oldu, günümüze kadar aşamalar geçirerek geldi. Tüm bu değişim ve dönüşüm serüvenini ben de hem işimde ve evimde, hem de dünyada birinci elden takip ettim. Memur halimle ne paralar, ne zamanlar harcadım bilseniz..!

Evet insanoğlu sesi kayıt edip tekrar dinlemeyi başardıktan hemen sonra kendi işitme doğasını taklit etmeye çalıştı. Çünkü sağında solunda olan şeyleri, arkasından sesleneni, hatta balkondan bağıran annesinin sesini duyabiliyordu ama bunları kayıt edip dinlemeye gelince hala tek bir hoparlörden gelen “mono” sese muhtaçtı. Evlerde radyolar ve pikaplar fena sayılmayacak bir ses kalitesine sahipti ama karşılaştırıldığında sinema salonlarındaki ses berbattı. İlk “stereo” keşfedildi, hiç değilse sesin hangi yönden geldiğini seçebilmemizi sağlayan iki ayrı kanal ve hoparlör kullanılmaya başlandı. Bir orkestrayı sahnede gördüğümüz yönsel dağılımıyla evlerimizde dinleyebiliyorduk artık. Zamanla, ses kayıt ve dinleme kalitesi yükseldi, yükseldi. Sinemada müzikaller de bu gelişimi destekledi, ses kalitesi filmlerde daha çok önemsenmeye ve sinematografik anlatım aracı olarak kullanılmaya başlandı. İşte bu dönemde iki kanalın da yetmediği, görüntünün görsel yön, derinlik, ve görsel anlatımda yetersiz ya da eksik kaldığı anları dolduracak ve insan kulağı, işitme duyusuna hitap edecek arayışlar çok kanallı ses uygulamalarını zorunlu kıldı. 1940’da Walt Disney stüdyoları mühendislerinin geliştirdiği aslında bir gazoz markası olmayan “Fanta sound” sinemadaki ilk önemli atılımdır. Evet isim yabancı değil ama hala bir başyapıt olan ve dijital olarak restore edilmiş halini izlemenizi ısrarla tavsiye ettiğim Walt Disney’in “Fantasia” filminde kullanılan bir öncü teknolojidir. Özellikle ses kalitesinin yükseltilmesi ve çok kanallı sinemaya geçişte atılan en büyük adımdır.

waltO dönemlerde sesleri farklı kanallara kaydetmek ve sonrasında onu okumak sorun değil, sistem temel itibarıyla belliydi. Birbirinden bağımsız bir çok ses, örneğin çok kanallı (multitrack) bir banda kayıt edilebiliyor ve istendiği zaman üzerinde işlemler yapılabiliyor, yine bağımsız olarak

dinlenebiliyordu. Hatta ilki 1967’de “Pink Floyd” gurubunun bir konserinde olmak üzere çok kanallı “Surround” ses efektleriyle dolu konserlerde bu sistemler kullanılıyordu. Ama bunu sinema salonlarına ve evlere taşımak gerekiyordu.

Müzik kayıtlarında ise ağırlıklı olarak “Quadrophonic” yani bağımsız dört ses kanalı 70’lerde azımsanmayacak bir başarı yaratmıştı. Çok sayıda müzik gurubunun quadrophonik plakları, pikap ve amplifikatör üretildi, satıldı. Günümüzde dahi bu quadrophonic cihaz ve plakların hastaları “vintage”cılar çoktur. Evinde bu deneyimi yaşayan bir çok insan sinemada da bunu aradı. Sorun eldeki bu çok sayıda fakat bağımsız ses kaynağı ve kanalının mevcut sinema sistemindeki bir ya da en fazla iki ses kanalına nasıl yerleştirileceği ve sonrasında yine bağımsız olarak nasıl okunacağıydı.

Birçok deneysel çalışma sonrasında ilk gerçekçi çözüm, hepimizin bildiği gibi özellikle analog dönemde ses kayıt ve okuma sırasındaki dinamiği yükseltmeye, “noise reduction” sistemlerine yönelik çalışmalarıyla tanınan, bilinen “Dolby” laboratuarından 1975’de geldi. Daha sonra geliştirilerek “Dolby Stereo” adını alacak bu sistemde ilk kez ayrı ayrı seslerin analog matrix tekniğiyle kodlanarak iki kanala indirgenip sonradan bu kodların çözülerek yeniden ayrıştırılması teknolojisi kullanılmaya başlandı. Bu sistem dünyada özellikle Lucas’ın “Star Wars” filmleriyle müthiş bir ilgi uyandırdı.

Geçen sürede çok sayıda şahıs ve firma acayip denemeler yaptıysa da Dolby firması ve hep yeniliklerin peşinde koşan ve koşturan saygıdeğer büyüğümüz George Lucas sayesinde “Dolby Surround” olarak bir standart oluştu. Surround, “seçin beğenin, “kuşatan, sarmalayan, kucaklayan, çevreleyen” olarak çevrilebilse de maalesef orijinali tuttu.

80’lerde kanal sayısı ön sağ, sol, merkez ve arka olarak çoğaldı ve evlerimizde “Dolby Surround Prologic” olarak yola devam etti. Bu analog sistemlerde arka kanal monoydu, gerçek anlamda tam bir kanal ayrışımı yok ve frekans aralığı da çok zayıftı. Artık evlerimize giren Hi-Fi stereo video ve laser disklere aktarılabildiği için uygun okuyucu ve çözücü cihazları olan insanlar evlerinde de bu deneyimleri yaşamaya başladılar. Böylece yepyeni bir eğlence anlayışı “Home Theatre” ev sineması kavramıyla tanışmış olduk. Benim ilk sistemim de 90’ların ortalarından başlayarak hi-fi stereo video, sonrasında laser disc ve DVD olarak devam etti. Ama ülkemizde “dolby surround” kayıtlı videolar olmadığı için ya yurt dışına çıktığımda aldığım filmleri yada şimdi rahmetle andığım Ankara İngiliz Kültür Kütüphanesi’nden ödünç aldığım filmleri izleyerek uzunca bir süre geçirdim.Ama devrim ve yaygınlaşma süreci dijital ses teknolojisiyle DVD’lerin gelişmesiyle oldu. Artık bağımsız 2 ön 2 arka ve merkez olmak üzere 5 kanal ve ek olarak sadece çok alçak frekansların, yani derin bas seslerin (LFE) iletildiği “Dolby Digital” sinema ve ev salonlarını dolduruyordu.

Artık tüm kanallar frekans bandı olarak çok geniş ve dinamik olarak yüksek olduğu gibi, kanal ayrıştırmada keskindi. İlk Dolby Digital film 1992’de yayınlanan “Batman Returns” oldu. Bu sistem 5.1 (beş nokta bir) olarak da anılır. Buradaki nokta 1, tüm frekans bandını kapsamayıp sadece alçak frekansları içerdiği için tam bir kanal sayılmayan, “sub-woofer” kanalı olarak da anılan LFE kanalıdır. Günümüzde bu kanal çoğu uzman ve firma tarafından çok gereksiz bulunuyor.

Alçak frekansların yön duygusu açısından insanın seçemeyeceği bir doğası olduğundan subwoofer için gereken sinyalin basit bir filtre sistemiyle diğer kanallardan elde edilebileceği, dolayısıyla ayrı bir kanala gerek olmadığı tartışmaları devam ediyor. “Dolby Digital” hali hazırda DTS (Digital Theatre Systems), SDDS (Sony Dynamic Digital Sound) gibi ondan daha kaliteli güçlü rakipleri olsa da bir dünya standardı olarak hala devam ediyor. İki rakip firma da veri akış hızı daha yüksek olduğundan, çok daha dinamik ve gerçekçi oldukları halde neredeyse silindiler. Bu Sony’nin Betamax, Minidisc gibi hak etmediği yenilgileri arasına girdi.

Piyasaya çıkan hemen hemen tüm DVD’ler Dolby Digital olarak çıkıyor. Ama hemen hatırlatalım “Dolby Digital”, AC-3 olarak bilinen bir ses kodeğinin “surround” şeklinde de kullanılabilen bir uygulama versiyonudur. Yani elinize aldığınız bir DVD’de Dolby Mono, Dolby Stereo, Dolby 2.0 ibaresini görürseniz şaşırmayın, mutlaka “surround” olmak zorunda değildir.

THX’den söz etmeden geçmeyelim. THX, aslında konumuz olmasa da bu işlere meraklı kişilerin bildiği, sadece ev ve sinema salonlarındaki ses sistemleri ve hoparlörlerin standartları ile ilgili bir şeydir. Hatırlayalım “THX 1138” adlı bir filmi de olan abimiz George Lucas’ın ses mühendisi Tomlinson Holman tarafından geliştirilmiştir ve adının baş harfleriyle simgelenmiştir (sondaki X “experience” yada “crossover”dan gelir). THX bir kayıt teknolojisi değil, ses gücü, kanal dağılımı ve kanalların frekans aralıklarının belirlendiği bir uygulama (reproduction) standardıdır ve THX firması tarafından bir sistemin uygunluğu test edilerek “THX sertifikası” verilir. Artık evlerimizde 90’lı yıllarda televizyon hariç en az 2ooo USD harcayarak kurabileceğimiz bir ev sinema sistemini günümüzde 55 inch panel televizyon dahil olmak üzere daha ucuza temin edebilir olduk. Üzerinde Bluray DVD player, 5.1 amplifikatör ve subwoofer dahil 5 ayrı hoparlör takımı da olan setler neredeyse orta bütçeye sahip herkesin ulaşabileceği fiyatlara satılıyor.

Gelelim işin prodüksiyon ve yayın tarafına. Doğal olarak dijital teknoloji sayesinde her şey gibi surround ses kaydetmek de kolaylaştı. Artık film setlerinde sesler bağımsız olarak çok kanallı cihazlara kayıt edilebiliyor. Hatta ses perspektifi açısından, yani ekran önündeki izleyiciyi temel alarak 360 derece çevresindeki tüm sesleri alabilecek şekilde tasarlanmış 5 kanal için 5 mikrofona sahip çok pratik ama kaliteli neticeler veren tümleşik mikrofon sistemleri kullanılıyor. Yayın ya da post prodüksiyon için kullanılan dijital ses mikserlerinde çok kanallı çalışmalar için surround modüller ve monitör sistemleri opsiyonel olarak bulunabiliyor. Bu modüller elinizdeki bir sesi istediğiniz surround kanalına yönlendirmenizi sağlayan, 360 derece kullanılabilen bir “pan” potu gibi çalışan “surround panner” joystick’lere sahiptir. Ayrıca her surround kanalını denetleyebileceğiniz görsel monitör sistemleri de mevcut. Dünyanın önde gelen monitör hoparlörleri üreten firmalarında surround çalışmalar için geliştirdikleri hoparlör setleri var.

Dijital sinema ve HDTV yayınlarıyla bunları sinema salonlarına ve evlere iletmek daha kolaylaştı. Bağımsız ses kanallarını dijital veriler olarak bir kodlayıcı aracılığı ile uydular üzerinden yayına çıkabiliyoruz ya da uyumlu VTR’lere kayıt edebiliyoruz ki çoğunlukla HDCAM – SR kullanılıyor. Uygun dijital mikserlerle yapılan çalışmanın çıktısı AES-EBU formatında bir dijital veri olarak alınıyor ve yine bir kodlayıcı “Dolby – E Encoder” formuna dönüştürülüyor. Sonrasında videoyla birleştirilerek “embed” hale getiriliyor ve uyduya çıkılıyor. Bu aşamada hemen belirtelim profesyonel yayın ağında tüm iletim “Dolby E” kodlamasıyla yapılırken en son aşamada yayın için uyduya çıkış “Dolby Digital” kodlamasıyla oluyor. Evlerde ise uydu yada DVD player’lardan gelen optik ve coaxiel ses çıkışları evler için üretilmiş “AV Reciever”lar ve bazı DVD player’ların dahili Dolby Digital decoder’ları sayesinde 5.1 kanalı ayrıştırılıyor. Yine birçok AV reciever içinde bulunan 5 ayrı amplifikatör sayesinde hoparlörlere iletiliyor. Evlerinde uygun uydu alıcısı ve Dolby dekoder’ları olan kimseler 5.1 “Surround Sound”un zevkini çıkartıyorlar.

Tabii olayın artistik yönü de çok önemli. Yani bu 5 kanal nasıl kayıt ediliyor, seslerin yönleri nasıl ayarlanıyor, o da ayrı, Oscar ödülü verilen derin bir konu. Esas itibariyle bir film ya da TV yapımı için referansımız doğal olarak ekranda gördüğümüz şeyler, olaylar ve ilgili sesler. Masasında oturmuş bilgisayarıyla çalışır haldeyken tam karşısından gördüğümüz kişinin sağında çalan telefonunun sesini elbette biz ekranın solundaki ön hoparlörden, bilgisayarından çıkan sesleri, adamın konuşmalarını merkez hoparlörden, sinirlenince kameraya doğru fırlattığı ve arkamızda patladığını canlandırdığımız bardağın sesini de arka hoparlörlerden duyacağız. Ha bu arada adamımızın psikolojik durumunu pekiştirmek adına sinematografik bir anlatım olarak ekranda görmediğimiz ama “vır vır vır” eden karısının sesini de bir etki olarak arkadan, yanlardan, sağdan, soldan duyacağız.

İşin önemi sadece görsel perspektif değil, bunların müzik, diyalog ve ses efektlerinin eklenmesiyle oluşacak, onlarca ayrı kanalın bir gerçeklik ve estetik temelinde mikslenerek 5 kanala indirgenmesindedir. Örneğin müzik kayıtlarında sahneden gelen sesi enstrümanların sahnedeki dağılımına göre ön ve merkez hoparlörlerden duyar, ama arka hoparlörlerden salondan yansıyan sesleri ve arkamızda bağrışan diğer seyircilerin seslerini duyarız. Berlin Flarmoni’nin Konsertmaister’inin kemanını arkadan duyuyorsak orada bir abukluk vardır. Başarısız yapımların çoğu gerçeklikten uzak, önden, arkadan gümbür gümbür gelen, hatta aynı sesin neredeyse tüm kanallara aktarılmasıyla oluşan kakafonik bir rezalete dönüşebiliyor. Sizler de evinizde ya da sinemalarda bu tip şeyler yaşamışsınızdır. Fakat kaliteli bir surround ses görselle bütünleşip bizleri olayın içine çeker. Ne gereksiz anlaşılmayan bir fısıltı ne de abartılı bir patlama izleyiciyi olumlu etkiler, her şey doğal, yerli yerinde olmalıdır. Özellikle ülkemizde dublajı yapılan bazı filmlerdeki “surround” ma lesef tam bir işkence, ne oyuncunun dediği anlaşılıyor ne ona arkadan seslenen kişiyi duyuyorsunuz, boyutsuz, perspektifsiz, alabildiğince distorsiyonlu bangır bangır bir uğultudur gidiyor.

Dünyada 3D sinema ve televizyonların yaygınlaşmasıyla surround ses de artık zorunluluk oldu. Dolby kanal sayısını 7.1 Dolby Surround EX olarak artırdı, hatta günümüzde “Ultra HD” yayınları için 22 ses kanalından söz ediliyor. Deneysel surround çalışmaları devam ederken, stereo müzik kayıtları çift hoparlör ya da kulaklıkla dinlenirken “surround” etkisi yaratan “virtual surround” ya da “Q sound” gibi çalışmaları da zevkle ve ilgiyle takip ediyoruz. Hatta son zamanlarda ev sinema sistemlerinde ve bazı televizyonlarda frekans, zaman kaydırma ve sesin yansıması kuralları temelinde çalışan, fena sonuçlar da vermeyen sanal “virtual surround” sistemleri gelişti. Elbette içinde bir takım işlemciler ve büyüklü küçüklü birçok hoparlör barındıran ama sadece tek bir hoparlör kabininden oluşan tasarımlar da evlerdeki televizyonlarda yerlerini almaya başladılar. Bu hoparlörler sistemleri sesleri sadece televizyon ya da perdeden bizlere ulaştırırken, teknolojileri sayesinde surround etkisi veren ilginç cihazlardır.

Sinema salonlarında ya da eğer varsa evinizdeki ses sisteminde bazı filmlerin başındaki Dolby ve THX’in küçük kliplerini izlediğinizi, seslerin nasıl da tüm salonda dolaştığını zevkle takip ettiğinizi hatırladınız, değil mi? En bilineni, ilk önce arkamızdan salonun içinde dolaşarak perdeye giren helikopter sesinin etrafımızı gümbür gümbür sardığı Dolby Digital klipidir. Surround ses sayesinde artık özellikle hareketli filmleri sadece perdeden gelen seslerle izlemek, dinlemek ister misiniz? Evlerimizdeki surround ses sistemleri sayesinde televizyonların küçücük hoparlörlerinden gelen cılız seslere mahkum olmaktan kurtulduğumuz gibi, müziğin ve ses efektlerinin detaylarını da yakalıyoruz. Artık perdede ya da ekranda görmediğimiz arkadan, sağdan, soldan gelen seslerin seyirciye yaptığı müthiş etkiyi yönetmenler de ustaca kullanmaya başladılar. Yapımcılar sesi es geçmiyor, daha çok bütçe ayırarak sadece diyaloglar ve müzik değil ses efektlerine de çok önem veriyorlar.

Ülkemizde de uzun yıllardır filmlerdeki taak tuuk, çaat çut şeklinde kötü ses efektlerinden bıkmıştık. Son zamanlarda canlı ses çekimleri yapılan, ses açısından başarılı surround filmler izlemeye başladık. Ama ülkemiz sinema ve televizyonları maalesef hala dünya ölçeğine gelemedi. Sektörün sadece teknik değil “dublaj sanatı” açısında da bir hayli sorunu var.

Bu arada son zamanla rda en çok beğendiğim, neredeyse surround izlemeden bence çok da fakir kalacak bir çalışmayı, Nezih Ünen’in “Anadolu’nun Kayıp Şarkıları” filmini, mutlaka güzel bir ses sisteminde surround olarak izlemenizi tavsiye ederim. Yerinde canlı kayıt edilmiş yerel müzikler üzerine stüdyoda eklenen enstrümanların sesleri, harika aranjmanlarla birleşerek dünyada bile çok az yakalayabileceğiniz “Aural exciter” bir ses şölenine dönüşmüş. Nuri Bilge Ceylan’ın filmlerinde ses kalitesine ve “surround” etkisine önem verdiğini de hatırlatalım.

Sesler kucaklasın sizi…

 

Savas FERHAT

Share

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir